Din, Allah’ın insanlara bu dünyada en güzel ve doğru şekilde yaşayabilmeleri için gönderdiği kurallardır; kutsal kitaplar da en doğru kılavuz...

Bu kurallar, kişileri bağlar. Yani uygulayıp uygulamadıklarında sonucuna da kendileri katlanır.

İnancımız şu dur ki; her insan hesabını yalnız Allah’a verecektir...

Bu yüzdendir ki inancımıza göre laik devlet olmak çok önemli ve doğru bir yönetim şeklidir.

Ben elhamdülillah Müslüman bir ailede doğdum ve Türk-İslam adetlerine, kurallarına, yaşam şekline göre yetiştim ve bu eksende hayatımı devam ettirme gayretindeyim.

İlk dini eğitimimi babamdan aldım.

Babam Alparslan Türkeş, müslümanlığı iyi kavramış ve amel olarak da yaşayan bir insandı.

Aile ortamımız da Türk-İslam adetlerine paraleldi.

Bir çocuk için en güzel öğrenme biçimi görerek öğrenmektir. Ben de bu ortamda hem gördüklerimle, hem de duyduklarımla muhafazakar bir kişi olarak yetiştim.

Babam, Türk siyaset sahnesinin önemli isimlerinden biri olmasına rağmen, hiçbir zaman bu yönü ile ortaya çıkmamıştır.

Çünkü kendisi de dinin ve onu yaşamanın Allah ile kul arasında olduğuna inanır, kimsenin bu hususlarda kimseye karışmaya ya da bu duyguları pazarlamaya hakkı olmadığını düşünürdü.

Babam aynı zamanda hacıydı...

Annemle evlendikten çok kısa bir süre sonra (1976’da) Başbakan yardımcısıyken hacca gitmiş ve o dönemin Suudi Arabistan Kralı ile Kabe’yi açmış (her sene hac mevsimi, kral ve o sene hacca gelen devlet erkanı ile açılırmış) gül suları ile içini yıkamış. Çocukluğumuzda hac vazifesini nasıl gerçekleştirdiğini evde bizlere hep anlatırdı...

Babamın Kabe’yi süpürdüğü o süpürge de evimizin baş köşesinde, cam kapaklı bir dolapta durmaktadır.

Ayrıca, Kabe’yi Hac mevsimine açmaya giderken yanına bir çuval mendil almış, onları Kabe’nin yıkandığı gül suyuna basıp geri toplamış ve Hac dönüşünde, hayırlı olsun ziyaretine gelenlere hediye olarak dağıtmıştır.

Kur’an-ı Kerim’i orijinal haliyle okur; namaza, oruca çok dikkat ederdi.

Hatta 1944’te tabutlukta yatarken, kendi hücresinin kapısında bekleyen Karadenizli, İsmail adlı askere Kur’an-ı Kerim okumayı öğreterek kendini oyaladığını anlatırdı.

Haftada iki gün (pazartesi/perşembe) oruç tutardı ama evdekiler ve çok yakın mesai arkadaşları dışında kimse bilmezdi.

İnsanı Allah’ın yarattığı en kutsal varlık olarak görüp, tüm insanlara iyi muameleyi şiar edinmişti.

Herkesin özündeki becerileri ortaya çıkarıp, hayra yöneltme özelliği vardı.

Evdeki her yemekten sonra genellikle sofra duası yapardı. Akşamları uyumadan önce muhakkak dua eder, bize de yatağımıza gelip dua ettirtirdi.

Ben hala uyumadan önce çocukluğumda babamdan öğrendiğim o duayı etmekteyim:

"Bismillahirrahmanirrahim…

Allahım; beni, annemi, babamı, kardeşimi ve tüm yakınlarımı/inananları koru.

Sen bağışlayıcısın, affedicisin bizleri de bağışla ve affet.

Bizleri sevdiğin kullarının arasına al. Her türlü kötülükten, kazadan/beladan muhafaza buyur.

Bizlere verdiğin her türlü maddi/manevi nimet için şükürler olsun, olmayanlara da ver yarabbi…

Allahım; vatanımızın bölünmez bütünlüğünü koru. Bizi vatansız bırakma... Amin..."

Bu dua bazen daha da uzardı...

Zekat ve sadaka verme işini çok yapar, çok fazla yardım ederdi...

Rahmetli babam en zor dönemlerde Allah’a sığınmış, yalnızca ondan yardım dilemiş ve yüce Türk milletinin iman çizgisinin nasıl olması gerektiğini de 12 Eylül’ün adaletsiz mahkemelerinde şu cümlelerle haykırmıştı:

"Elhamdülillah inanmış, samimi bir Müslümanım, fanilik hissine aşinayım.

Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu biliyorum.

Şu anda burada bulunuşumuz da inanıyorum ki her şeyden önce bir kader tecellisidir, ilahi bir imtihandır.

Sabır ve şükürle karşılıyor ve bu imtihandan da yüz akıyla çıkmayı bize nasip etmesini cenab-ı Hakk’tan niyaz ediyorum.

Rahmet ve şaşmaz adalet ümidimiz yalnızca Allah’tandır.

Ben burada önce Allah’ın huzurunda, sonra tarihin ve milletin huzurunda olduğumun huşu, mesuliyet ve vakarı içinde konuşacağım.

Benim için bir hesap verme bahis konusu ise o hesabı milletime ve tarihe vereceğim.

Türk milletinin vicdanında teşekkül edecek olan hüküm ve tarih hükmü, mahkemenin hükmünden önce gelir.

Huzur-u İlahi’ye yüz akıyla çıkmaktan başka hiç bir endişeye gönlümde yer yoktur.

Hiç kimsenin merhamet ve insafına şahsen ihtiyacım yoktur.

Sözüm, tenkidim, talebim yalnız Hakk ve hakikat namınadır.

Yalnız mülkün temeli olan adalet namınadır, yalnız milletim ve devletim içindir."

Zaten vefat şekli, cenaze töreni ve hala hayattaymış gibi varlığının hissedilmesi O’nun ölümsüzlüğü kazandığını göstermektedir ki; bu da ancak ve ancak güzel amele sahip olarak mümkündür.

Ruhun şad olsun babacığım; hakkın ödenmez…