Osmanlı yıllarını birçok kişi "Asr-ı Saadet" dönemi gibi algılar. Cumhuriyete nasıl bir ortamdan geldiğimizi anlayabilmek için Şevket Süreyya Aydemir'in Suyu Arayan Adam kitabından alıntı yapıyorum:

Bir gün askerlere sordum:

- "Bizim dinimiz nedir?"

Hepsinin bir ağızdan, "Elhamdü-l-illâh Müslümanız" diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı, cevaplar karıştı. Kimisi "İmamı âzam dinindeniz", kimisi "Hazreti Ali dinindeniz" dedi. Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada, "İslâmız" diyenler de çıktı ama "Peygamberimiz kimdir?" deyince, onlar da pusulayı şaşırdı. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi, "Peygamberimiz Enver Paşa’dır" bile dedi.

İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da, "Peygamberimiz sağ mıdır, ölü mü?" deyince, iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.

"Peygamberimiz sağdır" diyenlere, "O halde hangi şehirde oturur?" diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. O'nu İstanbul'da, Şam'da yahut Mekke'de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu.

"Peygamberimiz ölmüştür" diyenlere de "Ne zaman ölmüştür?" denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene önce, beş yüz sene önce, bin sene önce diye gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu. Fakat çoğu vakit tayin edemiyordu.

Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmediği gibi, din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen kimse de çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Onlar da namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar.

Bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi Anadolu köylüleriydi. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Hâlbu ki bu gördüklerim sadece cahildiler.

Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı:

"Biz hangi milletteniz?" deyince her kafadan bir ses çıktı:

"Biz Türk değil miyiz?" deyince de hemen, "Estağfurullah" diye karşılık verdiler.

Türklüğü kabul etmiyorlardı. Hâlbuki biz "Türk"tük. Bu ordu Türk ordusu idi. Ama onlara göre Türk demek, Kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama onu herhalde kötü bir şey sayıyorlardı.

Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, adını, padişahın adını, devletin merkezini, başkumandanı ve onun vekilini de bilmemektedir."

Türk köylüleri işte böylesine cehalet karanlığına saplanmıştı. Peki köylüler böyleydi de İstanbul'da oturan Medrese Hocalarından İskilipli Atıf, Alemdar Gazetesi'nde, Kurtuluş Savaşı öncesinde ne diyordu:

"İslam'ın ve devletin anahtarını İngilize teslim etmekte hiçbir beis yoktur."

Böylesine koyu bir karanlıktan aydınlığa yol alan Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal Atatürk'ü saygı ile anıyoruz.

KÜLTÜREL AŞAĞILIK DUYGUSU

Türkçü düşünür Ziya Gökalp diyor ki:

"Arapça ve Farsça'dan Türkçe'ye geçen sözcüklerin çoğunluğu Türkçe karşılığı olmadığından değil, ediplerin ve bilim insanlarının Arapça ve Farsça'nın Türkçe'den daha güzel olduğuna inanadıkları için almışlardır."

Osmanlı Sarayı ve çevresinde Türkçe "Yoksul köylü dili" olarak görülüyordu. Selçuklu Sarayı da öyleydi. Anadolu'nun ekmeğini yiyip suyunu içen Mevlana bu yüzden Mesnevi'sini Farsça yazıyordu.

Atatürk olmasa idi Anadolu'da Türklük ve Türkçe "Kubbede kalan hoş seda" durumuna düşecekti.

Cumhuriyet Dönemi Türkçüleri Selçuklu ve Osmanlı'nın kültürel aşağılık duygusunu biraz törpüleyip devam ettirdiler. Türkçü söylem ve yazılarında Arapça ve Farsça'nın baskın dil olarak öne çıkması bu aşağılık duygusunun göstergesidir.

Yakın çevrenizde her kim olursa olsun Arapça ve Farsça ile "Alim zat" gösterisine soyunuyorsa hiç çekinmeden "Kültürel aşağılık duygusu" içinde olduğunu yüzüne söyleyin.

Türklük Türkçe ile güzeldir.