Bu gün 4 Nisan...

Bu tarihin benim ve arkadaşlarım için önemi oldukça büyük...

4 Nisan 1997 tarihinde üzerimizde büyük emeği olan, Türk milliyetçiliğini fikir ve inanç sistemini kabul ve ilkeler doğrultusunda sosyolojik milliyetçilikten, doktriner hale getiren Başbuğumuz Alpaslan Türkeş Beğ'i ebediyete uğurladığımız gün.

4 Nisan 1997 günü sadece Başbuğ'u toprağa verdiğimiz gün değildi, vatan ve millet uğruna verdiğimiz gençliğimizi de onunla birlikte toprağa gözyaşları ile verdiğimiz gündü.

Göz pınarlarımız, yitip giden gençliğimize yaşlar dökerken, onu tanımaktan ve onunla aynı davaya baş koyduğumuzdan dolayı mağrurduk.

Bu gün, arzularını dava diye sunanlar. Çetin yolları başkasının sırtından aşanlar, sanki bir inanç ile yaşadıklarını sananlar, süslü söylemlerle ona ve fikirlerine bağlılıklarını ve mirasçısı oldukları iddiasıyla sözüm ona vefalarını sunuyorlar.

Şeyh Sadi Şirazi şöyle ifade buyurmuşlar:

"El dediğin dize vurmaz dokunur. Söz dediğin dilden öze okunur. Yâr dediğin bıkmaz ömre sakınır. Bir celsede ölenin işidir bu."

Evet... Başbuğ Türkeş Beğ'in bıraktığı düşüncelere ve yetiştirdiği kadrolara gelen vurdu, giden vurdu...

Vura vura bitiremediler...

Vefadan bahsedenlere:

Bir kıssada bin hisse var derler:

Günün birinde bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırır. Kurt ormanda oraya buraya kaçar ancak peşindeki avcıları bir türlü ekemez. Canını kurtarmak için deli gibi koşarken, bir köylüye rastlar. Köylü elinde yabasıyla tarlasına girmektedir. Kurt adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar:

"Ey insan ne olur yardım et bana. Peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı. Eğer sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler."

Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler. Çuvalın ağzını bağlar, sırtına vurur ve yürümeye devam eder. Birkaç dakika sonra da avcılara rastlar. Avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar, köylü "Görmedim" der ve avcılar uzaklaşır. Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındaki torbayı indirir, ağzını açar, kurdu dışarı salar.

"Çok teşekkür ederim" der kurt, "Bana büyük bir iyilik yaptın."

"Önemli değil" der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye başlar.

"Bir dakika" diye seslenir kurt: "Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum. Çok bitkin düştüm. Açım, kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok."

Köylü şaşırır: "Olur mu; ben senin hayatını kurtardım."

"Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur" der kurt.

"Ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım."

Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler.

Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar. "Ne vefası" der kısrak.

"Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim. Ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya kovdu..."

Bir sıfır öne geçen kurt, sevinirken bir köpeğe rastlarlar. "Ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim" der köpek, "Yıllardır sadakatle hizmet ederim sahibime, koyunlarını korurum, yabancılara saldırırım ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur..."

Kurt köylüye döner, "İşte gördün" der. Köylü de son bir çabayla "Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni ye" diye cevap verir.

Bu kez karşılarına bir tilki çıkar. Başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatırlar. Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir.

"Her şeyi anladım da" der tilki, "Bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın?"

Kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar: "Gözümle görmeden inanmam..." İşin sonuna geldiğini düşünen kurt, torbaya girer girmez, tilki köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlar. Köylü eline bir taş alır ve "Beni yemeye kalktın ha nankör yaratık" diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar. Sonra tilkiye döner:

"Sana minnettarım beni bu kurttan kurtardın" der.

Tilki de "Benim için bir zevkti" diye cevap verir. O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır. Bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür.

Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter:

"Haklıymışsın kurt. Yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş..." demiş.

Evet; insanı vefasızlık , davaları ise yaşanmaması öldürür.

"Soğuk söz duymuş bir gönül, kırk yaz görse ısınmaz" deseler de 12 Eylül sabahı omuz hizasında olduğum her arkadaşımız benim gardaşımdır.

Aliye İzzetbegoviç'in hoşuma giden bir sözü vardır:

"Davalar acılar içinde doğar, refah içinde ölür."

Üzüntüm; arzularını dava diye sunarak, insanımızın omuzuna basarak, mevki, makam veya mansıp sahibi olanlar. Sadece bu gün yaşasınlar, yaşadıkları ve gördükleri onlara yeter...

Bunlarla aynı cennete beraber gidilmez. İyi ki Rabbin sekiz cenneti var...

Başbuğ Türkeş Beğ'e ve yol arkadaşlarından ebediyete intikal etmiş cümle arkadaşlarımıza rahmet diliyorum.

Mekânlarınız cennet olsun.

Dualarımızdasınız...