Geçenlerde eczaneye gittim. Beş tane gripin istedim. Eczacı hazırlarken sordum; "kaç para?" "14 lira" dedi. "Nasıl yâni?" diye sorumu tekrarladım. "Bir tanesi 14 lira" diye karşılık verdi. Oysa, daha birkaç yıl önce tanesi 50 kuruştu.

-Kalsın, dedim, çıktım dışarı.

Ben her kış bir miktar gripin alıp bir kenara koyarım. Soğuk aldıkça kullanır, terler, rahatlarım. Eskiler, gripin de kesmezse, "kinin" diye bir ilaç kullanırdı. Her ikisi de garibanların ilacıydı ve işe yarardı.

Bu defa olmadı, gripinsiz kaldım. Sadece gripinsiz mi, hayır. İçimde bir şeyler yıkıldı. Büyük bir boşluk oluştu. Bir daha hiç olmayacakmış gibi, hayatımdan çıkıp gitmişti sanki gripin.

Yeşilçam sahnelerinde iki sevgilinin birbirinden ayrılması gibi, uzaklaştım eczaneden.

Geride kalan sadece o muydu? Onunla beraber elimden, avucumdan, gönlümden neler neler kayıp gitmişti...

Caddede yürürken etrafa bakındım. Eskiden bizim yüzü gülen insanlarımız vardı... Birbirini hiç tanımadığı halde selamlaşan, yardımlaşan.

Şimdi?..

Şimdi insanların yüz ifadeleri, savaştan yenik çıkmış gibi asık, gergin ve tehditkâr. Dokunsanız, yan baksanız patlayacak.

Çarşıda, pazarda, vapurda, tramvayda insan kendini yabancı gibi hissediyor. Birine bir şey soracaksınız, uygun insanı bulmakta zorlanıyorsunuz. Bazıları da yabancı çıkıyor, dilini anlamıyorsunuz.

Gelip geçen yıllarda biz sadece gripinimizi değil, başka şeylerimizi de kaybettik, anlaşılan.

Türkiye'de doğurganlık oranı tehlikeli şekilde düşüyormuş, -caddeler, sokaklar hıncahınç insan dolu ama onların çoğu, ülke dışında doğanlarmış.-

Boşanmalar büyük bir artış gösteriyormuş.

Gençler arasında uyuşturucu kullanma yaşı ilkokullara, cinsellik yaşı ortaokullara kadar inmiş.

Yurt dışına gidenlerin ve gitmek isteyenlerin sayısı her geçen gün artıyormuş.

Ticarette, sosyal yaşamda, sokakta ve hayatın akışında kimse kimseye güvenmiyormuş.

Kredi kartları bomba gibi patlıyormuş.

Hapishaneler yine ağzına kadar doluyormuş.

Emekli teyzeler, amcalar et alamıyormuş.

Katiller serbestçe dolaşıyormuş.

Uluslararası eğitim liginde, hızla en alt sıralara doğru düşüyormuşuz.

Bazı profesörler utanmadan intihal yapıyormuş.

Bazı bürokratlar adam kayırıyormuş.

Bazı imamlar ahlâka mugayir davranıyormuş.

Bazı siyasetçiler yalan konuşuyormuş.

Ülkenin ve bayrağın adını değiştirmek isteyenler oluyormuş.

Binlerce kişinin kadrolu eleman gibi çalıştığı algı operasyonları, savaşlara dönüşüyormuş.

Bütün bunları sesli düşünüyormuşum ki; biri kolumdan tuttu ve sarstı:

- Sen ne diyorsun hemşerim! Göklerde, denizlerde, her yerde biz varız artık! İHA'larımızı, SİHA'larımızı, doğalgazımızı, mavi vatanımızı görmüyor musun? diye ters ters baktı.

Bir başkası da:

-Biz iktidara geldiğimizde, önümüzdeki bayram ikramiyesini iki bin liradan 15 bin liraya çıkaracağız. Ekonomiyi kurtaracak ve Türkiye'yi uçuracak krediyi de dışarıdan bulduk, getiriyoruz, dedi. "Yardım alan buyruk alır" sözü aklıma geldi.

Yutkundum, ikisine de bir şey söylemedim. Yürüdüm.

Bir muhabir mikrofonu uzattı, elimin tersiyle ittim.

Bu sırada önüme bir karga kondu, alaylı bir şekilde yan yan bakmaya, yolumda sekmeye başladı:

- Ben gripinimi geri istiyorum. Onu sen mi aldın yoksa hain! deyu üstüne yürüdüm.

O da bed sesiyle haykırarak, uçtu gitti.

Şehirler yine ağzına kadar doluydu.

İnsanlar birbirine ters ters bakıyordu.

Ev sahibi kiracısının gırtlağına sarılıyor, hasta doktoru kovalıyor, televizyonlarda gelin-kaynana, tencere-tava muhabbeti en hararetli şekilde devam ediyor, insanlar stadyumlarda adalet arıyor, enkaz altından pis kokular geliyor.

Birileri, caddede boydan boya, cihad aşkıyla seçim afişleri asıyor.

Başımı kaldırıp gökyüzünde İHA'ları arıyorum. Parmaklarımla, bayrama kaç gün kaldığını hesaplıyorum.

Paltomun yakasını kaldırıyor, ellerimi cebime sokuyorum.

Üşüyorum.