CiddiGazete- Fatih Sultan Mehmed’e aslında neler yaptık, neler... Hem cenazesini bir köşede unutup kokuttuk, hem de Abdülhamid zamanında İstanbul’un fethinin kutlanmasına izin vermedik!

İstanbul’un fethinin 562. yıldönümü dün, 1453’ten bu yana düzenlenen en parlak törenlerle kutlandı ama kutlamalarla ilgili olarak geçmişte yaşanmış bazı tuhaflıklar çoktan unutuldu...

Meselâ, Sultan Abdülhamid’in “Rumlar üzülürler” diyerek fethin kutlanmasına izin vermediğini, 1953’teki 500. yıl törenlerine hükümetin “Yunanistan’ı gücendirmemek” için katılmadığını, İttihad ve Terakki’nin de fethi 11 Haziran’da kutladığını artık hatırlamıyoruz.

İstanbul’un fethinin 562. yıldönümünü dün eski senelere göre çok daha büyük törenlerle kutladık...

Daha doğrusu “Kutlayacağız” demem gerekiyor, zira bu yazıyı yazdığım sırada Yenikapı’da yapılacağı açıklanan kutlamalar henüz başlamamıştı ama program belli idi ve törenin 1953’teki 500. yıl merasiminden çok daha geniş kapsamlı olacağı görülüyordu.

2003’teki 550. yıldönümü münasebetiyle neler yapmıştık, hatırlar mısınız?

Hiçbir şey! Bu işe ayrılan bütçelerin meblâğları dört bir yana savrulmuş ama ne o sene, ne de İstanbul için daha sonra ilân edilen “Kültür Başkenti” programında ortaya kalıcı hiçbir şey konmamıştı!

Bu seneki kutlama programı gerek boyutları, gerekse de askerî mülkî makamların işbirliğinin getirdiği netice bakımından geçmiş senelereki kutlamalara göre büyük önem taşımaktadır...

Zira artık çok az kişi hatırlar yahut bilir ama vakti zamanında İstanbul’un fethinin kutlanması ya yasaktır yahut kutlamalar hükümet düzeyinde değil, belediyeler seviyesinde olmuş ve hükümet “Biz bu işin içinde değiliz” diye resmî açıklama bile yapmıştır.

HÜKÜMET KATILMADI

Önce, bu ikincisinden başlayayım:

1953’te fethin 500. yıldönümü idi, İstanbul’da çok daha öncesinden hazırlıklar yapılmış, fetih ve Fatih ile ilgili kitaplar çıkartılmış, kuşatma sırasında şehid olan askerlerden bazılarının mezarları bulunup restore edilmiş ve Fatih Sultan Mehmed’in gündemde olması için büyük çaba gösterilmişti. Ama bütün bu faaliyetleri üniversiteler, dernekler ve gönüllüler yapmıştı; hükümet işin içerisinde yoktu, zira fetih kutlamalarının resmî bir şekil alması hâlinde ilişkilerimizin düzelmeye başladığı Yunanistan’ın “rencide olabileceğinden” endişe ediliyordu.

Hükümet, işte bu yüzden 29 Mayıs 1953’teki kutlamalara resmen iştirak etmeyeceğini duyurdu, kararından Yunanistan’ı da haberdar etti ve Yunan hükümeti de memnuniyetini bildirdi! Zamanın başbakanı Adnan Menderes, törenler sırasında Ankara’da kalacak, hemen ertesi günü de İngiltere Kraliçesi İkinci Elizabeth’in tahta çıkış törenine katılmak bahanesi ile yanına Dışişleri Bakanı Prof. Fuad Köprülü’yü alarak Londra’ya gidecekti...

Ve, konunun asıl önemli tarafı:

Sultan Abdülhamid zamanında İstanbul’un fethinin kutlanması diye birşey söz konusu değildi, zira hükümdar “Rum vatandaşların hislerinin rencide olabileceği” gerekçesi ile kutlamalara izin vermiyordu...

Bunu, Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra senelerce doktorluğunu yapan ve hükümdarın kayda geçmiş “gerçek” sözlerinin yeraldığı tek eser olma kimliği taşıyan Âtıf Hüseyin Bey’in notlarından öğreniyoruz...

Dr. Âtıf Hüseyin Bey, Abdülhamid ile sohbetlerini kaydettiği, Prof. Metin Hülâgü’nün yayına hazırladığı ve Pan Yayıncılık tarafından 2003’te yayınlanan “Sultan II. Abdülhamid’in Sürgün Günleri” isimli hatıralarının on birinci defterinde Abdülhamid’in bu konuda şöyle söylediğini naklediyor:

“Rumlarla ahval (“ilişkiler” anlamında) iyi gitmiyor... Birşey çıkartacaklar. Ben olsam ne yapardım?.. Patrik ile iyi geçinirdim... Patriği ele alırdım... Patrikhane demek, Yunanistan demektir... Yunanistan’a da, bütün Rumlar’a da Patrikhane hükmeder... Bilmem, bizim hükümet neden bunu böyle düşünmüyor? Rumlar’ın Patrik’ten başka bazı ileri gelen, nüfuzlu adamları var, onları da okşamalı... Hâsılı, Patrikhane’yi okşamakla işler sükûnet bulur itikadındayım (inancındayım)... Ben, Rumlar’ı hep okşardım. Benim içtihadım hâricinde bir kere Babıâli’nin Patrikhane ile arası açılır... O vakit Yunanistan ile muharebe zuhur etti (çıktı)... Ne vakit Patrikhane ile aramız bozulursa, arkadan Yunanistan ile mutlaka harp olur... Bu da pek tabiîdir...

Biz, İstanbul’u Rumlar’dan zaptettik... Fetih günü onlar matem tutmak isterler... Biz tezahürde bulunursak (ortaya çıkarsak) onların hissiyatını rencide ederiz... Benim zamanımda bir kere İstanbul’un fethi günü merasim yapmak istediler... Ben bu hissiyat noktasını nazara alarak müsaade etmedim... Bunlar hikmet-i hükûmettir, çünki her hükûmet teb’asının hepsinin hissiyatını da rencide etmemeğe çalışmalıdır... Her nedense biz kendi kendimize mesele çıkarıyoruz...”.

11 HAZİRAN KUTLAMASI

“Sultan Abdülhamid devri” dendiğinde unutmamamız gereken bir husus vardır: Abdülhamid’in tahtta bulunduğu dönem, imparatorluğun en zayıf günleridir. Hükümdar her tarafa karşı taviz politikasını uygulamakta, hattâ kardeşi Sultan Vahideddin’in ifadesi ile “Ali’nin külâhını Veli’ye, Veli’nin külâhını da Ali’ye giydirmeye” çalışmaktadır. Yunanistan ile mesele çıkmaması için Patrikhane ile iyi geçinmek yahut Rumlar’ın üzülmesine engel olmak için İstanbul’un fethinin kutlanmasına izin vermemek de bu politikanın neticelerindendir.

Abdülhamid’in koyduğu yasak İkinci Meşrutiyet’in ardından, İttihad ve Terakki iktidarında kalktı, ilk kutlama 1910’da yapıldı ama bir başka hataya düşüldü: Fetih günü Milâdî değil Rûmî takvimle 29 Mayıs kabul edildi ve kutlamalar Rûmî 29 Mayıs’a gelen 11 Haziran’da yapıldı.

Prof. Vahdettin Engin’in bu konuda yaptığı araştırma, bir başka farklılığı da ortaya çıkardı: Osmanlılar’a göre, İstanbul surlarına bayrağı ilk diken kişi Balaban Çavuş isimli bir Yeniçeri idi ve Ulubatlı Hasan o senelerde bilinmiyordu!

Biz, İstanbul’un fethinin 562. yıldönümü kutlamalarına senelerce devam eden işte böyle tuhaf uygulamalardan sonra geldik!

FATİH'İN CENAZESİNİ SARAYIN BİR ODASINDA UNUTUP KOKUTMUŞTUK

Fatih Sultan Mehmed, hayata 3 Mayıs 1481’de Maltepe civarındaki Hünkâr Çayırı’nda veda etti ve cenazesi Topkapı Sarayı’na gizlice nakledildi.

Vefat haberi duyulunca İstanbul’da tam bir anarşi yaşandı. Askerler şehri yağma etti, bazı devlet adamlarını sokak ortasında parçaladılar ve bu arada devletin büyükleri de tahta kimin geçeceği konusunda birbirleriyle mücadeleye girişti.

Şehirde bütün bunlar olup biter ve paşalar iktidar için birbirlerinin gözünü oyarlarken cenazenin tahnidi unutuldu, hatta naaşın başında mum yakılması âdeti bile kimsenin hatırına gelmedi ve cesed koktu! Devlet, cesedle alâkadar olunması gerektiğini, saray görevlilerinin etrafı saran ağır kokuya dayanamaz hâle gelip şikâyete başlamaları üzerine hatırlayabildi ve tahnid ameliyesi “Baltacılar Kethüdâsı” yani saray muhafızlarından olan Kasım tarafından yapıldı.

İŞTE, KOKUTMA RAPORU

Kargaşa, Fatih’in Amasya’da valilik eden büyük oğlu Bayezid’in 21 Mayıs günü İstanbul’a gelip vaziyete hâkim olmasına kadar devam etti. Bayezid, cenazeyi gelişinin hemen ertesi günü, büyük bir merasimle babasının yaptırmış olduğu camiye defnettirdi, Baltacılar Kethüdâsı Kasım’ı da terfi ettirerek sarayın “kapıcı” kadrosuna aldırdı.

Kasım, cenazenin kokmasını daha sonra İkinci Bayezid’e bir raporla duyuracak ve bundan yıllarca önce büyük tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın bulup yayınladığı raporunda “Devletlû sultanım, babanın ruhu için bu yazdıklarımı sonuna kadar oku. Hünkârın vefatından sonra, üzerinde üç gün üç gece mum yanmadı. Vardım, Kapıcılar Kethüdâsı’na söyledim, o da İshak Paşa’ya söyledi, paşa emredince mum yaktım. Ama koku yüzünden cenazenin yanına kimseler yaklaşamadı. Ben, usta ile gidip cenazenin içini boşalttım. Bu anlattıklarımı kethüdâmız da bilir” diyecekti.

Kaynak: HaberTürk