Değerli dostlar;

Gelin bugün sizi 1914’lü yıllara, kurtuluş ve yeniden doğuş yıllarına götüreyim...

Çanakkale destanının kanla yazıldığı yıllara...

Türk tarihinin dönüm noktasını oluşturan Çanakkale Savaşı yıllarına...

Nice kahramanlıkların yaşandığı yıllara...

250 bin fidanın toprağa serpildiği yıllara...

Okulların mezun vermediği, futbolcuların şehitlik şerbetini içtikleri yıllara...

"Çanakkale Geçilmez" diyen Türk evladının dünyaya haykırdığı, vatanı vatan bilip, Ay-Yıldızlı bayrağa sarıldığı yıllara...

Daha bıyığı terlememiş gençlerimizin "Allah Allah" diyerek düşmana saldırdığı yıllara...

Galatasaray Lisesi’nde okuyordu...

Daha 17’sindeydi...

Nice arkadaşları gitmişti Çanakkale’ye...

Vatan için, bayrak için o da koştu cepheye...

Adı MEHMET MUZAFFER...

Gitti Çanakkale’ye gitmesine de açlık, yokluk, sefillik inanılmaz boyuttaydı...

Sadece inanç ve iman gücü vardı Mehmetçik’te...

Başta İngilizler olmak üzere işgal kuvvetleri, Çanakkale dışında Osmanlı topraklarını paylaşmak için her cephede saldırıya geçmişti...

Ordular, cepheden cepheye koşuyor, askerlerin ayaklarında ne postal, sırtlarında ne kaput vardı...

Cephelere asker ve cephane sevkedecek kağnı dışında araç gereç de yoktu...

Olan araçların da lastikleri yoktu...

Çok acil araç lastikleri lazımdı...

Komutanlarının emri üzerine lastik almak üzere İstanbul'a gönderildi Mehmet Muzaffer...

O yıllarda İstanbul'da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı ve lastikleri ise yok denecek kadar azdı. Sadece Karaköy’de bir Yahudi tüccar satmaktaydı...

Yahudi tüccarla anlaşan Mehmet Muzaffer, lastikler için ödenecek parayı almak üzere Beyazıt’ta şimdiki İstanbul Üniversitesi’nde bulunan Harbiye Nezareti’ne varıp durumu anlatır...

Komutan Mehmet Muzaffer’e "Ne alınacak, ne alınacak?" diye tekrar tekrar sorar "Oto ve kamyon lastiği" deyince kızar: "Bak oğlum! Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput alacak para bulamıyorum, sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun. Hadi yürü git. Para mara yok!..”

Çaresizlik içinde Harbiye Nezareti’nden ayrılan Mehmet Muzaffer, Beyazıt’tan Sultanahmet’e doğru giderken aklına müthiş bir fikir gelir...

Doğruca tekrar Karaköy’ün yolunu tutar, lastiklerin satıldığı Yahudi tüccarın kapısına dayanır ve;

“Lastikleri hazırla... Yarın sabah erkenden alacağım” der...

Mehmet Muzaffer, 1. Dünya Savaşı'nın başlarından itibaren çıkarılan ve karşılıklarının harpten sonra altın olarak ödeneceği yazılan ''evrakı nakdiye''nin basımında kullanılan kağıdın aynısını Karaköy'den tedarik eder, bütün gece çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek güzellikte de sahte 100'lük kaime yapar.

''Bedeli Dersaadet'te altın olarak tesviye olunacaktır'' ibaresi yerine ise;

''Bedeli Çanakkale'de altın olarak tesviye olunacaktır'' yazar...

Bunun anlamı şudur;

“Bedeli Çanakkale’de kanla ödenecektir...”

Mehmet Muzaffer, 100 altın karşılığındaki ''yüzlük kaime''yi Yahudi tüccara verir ve lastikler, Sirkeci'den Çanakkale'ye gidecek gemiye yüklenir. Birkaç gün sonra Yahudi tüccar elindeki parayı bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na gider ama bozduramaz, çünkü para sahtedir...

Yahudi tüccar olayı büyütmek istemez ama hikaye tüm İstanbul'a yayılır. Sultan Abdülmecit’in oğlunun torunu olan Şehzade Abdülhalim Efendi, karşılığını vererek tüccardan parayı alır, zarif sedef kakmalı, içi kadife bir mücevher çekmecesine yerleştirir ve İstanbul Polis Okulu'ndaki Emniyet Müzesi’ne hediye eder...

Değerli dostlar;

İşte bu kahraman Mehmet Muzaffer, 2 yıl sonra bu kez yüzbaşı rütbesiyle Halil Kut Paşa’nın komutasında Irak cephesinde Kut’ül Ammare’dedir.

Tarih 9 Nisan 1916'dır...

Kut’ül Ammare’de İngilizler’le göğüs göğüse çarpışmaların yaşandığı anlar...

Kurşunlar adeta havada çarpışırken Mehmet Muzaffer, boğazından vurulur ve dizlerinin üzerine çöker...

Yüzbaşı Mehmet Muzaffer, ağır yaralı halde cebinden çıkardığı mektubun zarfının üzerine boğazından akan kanla “Kıble ne tarafta”, “Bölük intikamımı alsın” ve Kelime-i Şehadeti yazdıktan sonra şehitlik mertebesine ulaşır...

Yüzbaşı Mehmet’in kanıyla yazdığı zarfı askerlerine gösteren 6. Ordu Komutanı Halil Paşa, yaverine teslim ettiği zarfın müzeye götürülmesi emrini verir...

Zarf müzeye teslim edilir ama ya sonra!..

Evet dostlar;

Sonrası yok...

İşte o zarf kaybolmuştur...

Tıpkı; İzmir’in Yunan işgalinden kurtuluşunda Türk Bayrağı’nı İzmir hükümet konağına asan ilk komutan Yüzbaşı Şeref’e Atatürk’ün hediye ettiği Timur Han’ın altın kılıcının kaybolması gibi...

Eveeet değerli dostlar;

Türk’ün destansı kahramanlarını tanımak, öğrenmek, öğretmek tarihçilerin görevi...

Milli ve manevi değerlerimize sahip çıkmak da hepimizin görevi...

Ben unutulan bir kahramanı sizlere anlattım...

Selam olsun Mehmet Muzaffer’lere...

Selam olsun, bu toprakları vatan yapanlara...

Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi tüm şehitlerimizin ve Hakk'a ulaşan kahramanlarımızın üzerine olsun...

Hayırlı günler diler, vatandaş Halis Güler...

Selamlar, sevgiler...