"Namaz kuru eğilip doğrulmaktan ibarettir; onun da faydası yoktur..."

İşte son cümlesi bu sözlerdi...

"Vay bre zındık" dediler...

"Sen bizim namazımızı kuru eğilip doğrulmak olarak niteliyorsun ha..."

Günümüzün iftiracıları gibi o zamanın hasetçileri koştular padişaha...

Gammazladılar; ömrünü kitaba, bilime, ilime, dine, hadislere, matematiğe, astronomiye, fenne adayan alimi...

Ölüm fermanını aldılar...

İdam mangasının eşliğinde At Meydanı'na (Sultanahmet Meydanı) getirdiler...

İşte binlerce kellenin uçurulduğu bu meydan, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de ilk kez bir alimin, bilim adamının, hocanın kafasının uçurulmasına şahitlik etti...

***

Değerli dostlar;

Gelin bugün sizinle şöyle bir tarihin derinliklerine inelim...

Tam 527 yıl öncesine gidelim...

Tarihimizin izinde gezinirken düşünelim...

Düşünürken ders alalım...

Yazı uzun...

Olsun...

Bugün pazar ve kendinize bir iyilik yapın ve okuyun...

***

1440'lı yıllarda Tokat'ta doğdu...

Babası büyük bir alimdi, ilk derslerini ondan aldı...

Fetihten sonra İstanbul'a geldi...

Şehzadeliğinden itibaren padişah Fatih Sultan Mehmet'in en gözde adam olan Sinan Paşa'dan felsefe, mantık, kelam dersleri aldı...

Büyük alim Ali Kuşçu'nun öğrencisi oldu ve matematik okudu...

Kim bu kısa sürede Fatih Sultan Mehmet'in bile gözüne giren alim?..

Molla Lütfi...

Ya da Deli Lütfi...

Ya da Sarı Lütfi...

Ya da Maktül Lütfi...

Sinan Paşa'nın tavsiyesiyle Fatih Sultan Mehmet, Molla Lütfi'yi, kendi kütüphanesine Hâfız-ı Kütüb (Vakıf Kütüphanesi'nin emini) yaptı...

Yüzlerce eserle dolu kütüphane sayesinde Molla Lütfi ilmini artırdı, pozitif ilimleri öğrendi...

Devrinin en büyük alimlerinden birisi olmuştu...

Başta dini, matematik, fen, astronomi gibi yüze yakın pozitif bilim dalının kapısını aralayan Mevzu'ati'l Ulum (Bilimlerin Konuları) olmak üzere dini ve edebi onlarca esere imza attı…

Harname (Uslu Şuca Münazarası - Koca eşek) ise devrin padişah, paşa, vezir, müderris, din taciri ne kadar devletin içinde yalaka, sahtekar, rüşvetçi varsa onlara, sıpa, kara katır, kızıl katır gibi isimler takılarak hem eleştirel, hem de esprili bir dille yazılmış bir eserdir…

Şu sözü, bugün bile adalet saraylarının girişine, okullara, bütün resmi daire ve kurumların duvarlarına yazılmalıdır…

Der ki Molla Lütfi; "Geometri bilmeyen kadı, hükmünde yanılgıya düşer…"

Tıpkı ünlü filozof Platon'un açtığı okulun kapısına; "Geometri bilmeyen giremez" diye yazdığı gibi...

Eee, pozitif bilim devreye girer de yobaz düşünce devreye girmez mi?..

Hem de hiç vakit kaybetmeden...

Her dönemde olduğu gibi araya fitne fesat girdi...

Veeee;

Kütüphaneden kitap çaldığı iftirası atıldı...

Kütüphaneden uzaklaştırıldı...

Fatih Sultan Mehmet ile Sinan Paşa arasına da fitne girdi...

Paşa da Seferihisar'a sürgüne gönderildi, Molla Lütfi de onunla gitti...

Tarihler 1481'i gösterdiğinde Fatih Sultan Mehmet vefat etmiş, İkinci Beyazıt padişah olmuştu...

Başta Bursa olmak üzere birçok medresede müderrislik yaptıktan sonra padişah İkinci Beyazıt'ın fermanıyla bugünkü Fatih Camii'nin iki yanında bulunan Semaniye Medresesi müderrisliğine atandı...

Molla Lütfi, Semaniye Medresesi'nde dersini verdikten sonra Şeyh Ebu'l Vefa Tekkesi’ne gider ve ikindi namazını kıldıktan sonra orada akşam namazına kadar Buhari’den hadisler okur cemaate vaaz verirdi...

Denir ki; Sahih-i Buhari’yi açtığı zaman gözyaşlarını tutamaz, bunlar kitabın üzerine iner ve kitap bitinceye kadar ağlardı...

Bir gün yine Buhari’den, Hazreti Ali’ye ait bir kıssa anlattı...

Sanırım bu olayı hepimiz biliyoruz...

Savaşlardan birinde Hz. Ali’nin bacağına ok saplanmıştı. Hazreti Ali, oku çıkarmak istemiş, çıkmayınca kırmış, savaşa öyle devam etmiş, okun ucu da bacağında kalmıştı. Savaş bitmişti ancak Hazreti Ali çok acı çekiyordu... Cerrahlar çıkartmak istedikçe Hazreti Ali dayanamayıp acı içinde kıvranıyordu... Nihayet bir gün namaza durup Allah’a yöneldiğinde cerrahlar gelip okun ucunu çıkardılar... Allahın Aslanı Hazreti Ali, öyle huşu içinde namaz kılıyordu ki, hiçbir acı duymadığı gibi oku çıkardıklardan haberi bile olmamıştı...

Molla Lütfi, bu kıssayı anlattıktan sonra ağlaya ağlaya, “İşte asıl namaz budur, yoksa bizim kıldığımız namaz kuru eğilip doğrulmaktan ibarettir, onun da faydası yoktur” dedi...

İşte bu kıssa ve son söz onun acı sonu oldu...

Müfteriler, fitneciler, fesatçılar, ikbal peşinde koşan padişah şaklabanları devreye girdi...

Ne baş tarafta anlatılan Hazreti Ali kıssası dikkate alındı, ne de cümlenin tamamı...

"Namaz kuru eğilip doğrulmaktan ibarettir; onun da faydası yoktur..." cümlesi hasetçiler için yeterliydi...

Molla Lütfi'nin altını oymak isteyen şarlatanlar, padişahın yanında dinci, sokakta kinci dinciler, hacılar, hocalar, mollalar, vezirler, paşalar ilk yaftayı yapıştırdılar ömrünü ilime, Allah'a, dine, hadislere, fenne adayan adama;

Zındık (Allah'a inanmayan, dinsiz) dediler...

Mülhid (Dinden çıkmış, din için zararlı) dediler...

Koştular doğruca saraya...

Vardılar padişah İkinci Beyazıt'a, dediler ki; "Padişahım, Semaniye Medresesi müderrisi olarak atadığınız Molla Lütfi, Ebu'l Vefa Tekkesi'nde vaaz verirken; "Namaz kuru eğilip doğrulmaktan ibarettir; onda da fayda yoktur..." diyerek kafir olmuştur... O artık bir zındıktır, mülhiddir... Namazı eğilip doğrulmaktan ibaret sayıyor. Katli vaciptir. Ferman padişahımızındır" dediler...

Efendiiim;

Tarihler 23 Ocak 1495'i gösterdiğinde;

Taaa Fatih Sultan Mehmet'ten beri birçok gönülde taht kurmuş, ilim irfan sahibi, başta İbn Kemal (Kemalpaşazade) olmak üzere onlarca öğrenci yetiştiren, Molla Lütfi önce zindana atılır. Ardından da idam mangası eşliğinde At Meydanı'na (Sultanahmet Meydanı) getirilir...

Molla Lütfi idam için binlerce kellenin uçurulduğu Sultanahmet Meydanı'na (At Meydanı) getirilirken denir ki; yüksek sesle Kelime-i Şehadet ve Kelime-i Tevhid getiriyordu...

Keşke dili olsa da şöyle bir seslense o At Meydanı...

Nice canların alındığı o meydan şimdi Osmanlı İmparatorluğu'nun büyük ilim adamının kafasının kesilişine de şahitlik edecekti...

Cellatlar hazırdı...

Halk toplanmıştı zaten...

Molla Lütfi'nin kafası konuldu cellat taşına...

Büyük alim şehadet getiriyordu...

İşaret verildi...

Yüzlerce can alan cellatın palası kalktı ve büyük bir hızla indi...

Molla Lütfi'nin kafası kan fışkırarak yuvarlanırken; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühû ve Resûlühû" diyerek hala Kelime-i Şehadet getirdiği rivayet edilir...

***

Kafasının kesilmesinin ardından şehit diyen de oldu...

Habis diyen de...

Kafir diyen de oldu...

Eşi bulunmaz bir alim diyen de...

Molla Lütfi, şimdi Eyüp Sultan'da yatıyor...

Eyüpsultan Belediyesi'nin verdiği bilgi şöyle;

"Eyüp'te sahili kaplayan fabrikaların kaldırıldığı 1987 yılında Defterdar Mensucat Fabrikası yıktırıldığında Molla Lütfi'nin kayıp kabri fabrikanın içinden çıkmış ve yeni düzenleme ile restore edilmiştir..."

Eyüpsultan Belediyesi'ne böyle bir değerin kabrini ortaya çıkardığı için teşekkür ediyoruz...

Eveeeeet değerli dostlar...

İşte böyle...

Günümüze nasıl uyarlarsınız bilemem...

Dakikalarca konuşursunuz, yazarsınız...

Oradan bir cümle cımbızla çekip alır, içeriğini görmezden gelirseniz ortaya böyle acı bir olay çıkar...

Haa şunu da biliyoruz...

Gözlerimizin içine baka baka yalan söyleyen, maksadını aşan sözler eden kişiler yok mu?..

Çoook...

Sonra dönüp "Ben öyle söylemek istemedim" diyenler yok mu?..

Doluuu...

Ancak bir gerçek var ki; tarihte yüzlerce alim, din adamı, bilim adamı, aydın iftiraya uğramıştır...

İkbal düşkünleri tarafından yok edilmiştir...

Eza, cefa çekmiş, en ağır işkencelerden geçmiştir...

Değerli dostlar;

Şu notu da eklemeden geçmeyeyim...

Aradan yıllar geçer... Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi sırasında Anadolu kazaskerliği görevinde bulunan Kemalpaşazâde ile sohbet ederken, "Tokatlı Molla Lütfi sizin hocanız imiş; bilgisi ve fazileti bilinir iken öldürülmesine sebep ne oldu?" diye sorunca, "Hased-i akran belâsına uğradı" cevabını almıştır...

Eveeet değerli dostlar...

Ders alınır mı?..

Bilmem...