CiddiGazete- MHP Genel Başkan Yardımcısı Yaşar Yıldırım, bugünlerde en büyük "Türkeşçi" oldu! Önce; ülkücü camiada kimsenin tanımadığı, hatta olmayan "Kızılay Ocak"a Ankara Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Mehmet Özhaseki'yi "başkan" atadı!

Sonrasında, Özhaseki'yi elinden tutup, 22 yıl önce vefat eden Başbuğ Türkeş'in kabrine götürüp fotoğraf çektirdi...

12 Eylül sonrasında Alparslan Türkeş'e "kazan kaldıran" ekibin içinde yer alan Yaşar Yıldırım, Başbuğ için "oportünist" (çıkarcı) derken, Türk milliyetçileri için de "tekfir" (kafir) yakıştırmasında bulunmuştu.

Milliyetçi Hareket Partisi'ne Alparslan Türkeş'in vefatından sonra dönen Yaşar Yıldırım, hem genel başkan yardımcısı, hem de Ankara milletvekili yapıldı.

Ülkücü camianın yakından tanıdığı yazar Mahmut Metin Kaplan, Yaşar Yıldırım'ın geçmişteki duruşuyla ilgili 2011'de kaleme aldığı yazıda ilginç noktalara işaret etti... Yaşar Yıldırım'ın dününü okuyan, bugünü daha iyi yorumluyor.

İŞTE M.METİN KAPLAN'IN YAŞAR YILDIRIM'I ANLATTIĞI O YAZI:

Muhsin Yazıcıoğlu, 9 Haziran 1987 tarihinde cezaevinden tahliye edildikten sonra özetle; "Bu iş, Türkeş'le, MÇP ile ve ülkücülükle olmuyor, olmadı, olmaz… Başka bir çare bulmalıyız" diyerek, MÇP’den uzak durdu… Ülkü Ocakları’nda Muhsin Yazıcıoğlu’ndan sonra genel başkanlık yapmış olan kişiler de bu fikri, ya sözleriyle ya da halleriyle tasdik ettiler... Çünkü bu kişilerin hepsi Muhsin Yazıcıoğlu’nun yönetim kurullarında çalışmış kimselerdi. Yani Muhsin Yazıcıoğlu hizbine mensup idiler… Dolayısıyla Muhsin Yazıcıoğlu’dan farklı düşünemezlerdi, zira bunlar ‘Muhsin Yazıcıoğlu teşkilâtı’ için özel olarak seçilmiş kişilerdi.

Meselâ ‘Muhsin Yazıcıoğlu teşkilâtına mensup kişilerden biri olan son Ülkü Ocakları (Ülkü Yolu Derneği/ÜYD) Genel Başkanı Yaşar Yıldırım verdiği bir mülakatta özetle ve şimdilik, şunları söyledi: “Artık biz sokakta yokuz. Olmamalıyız. Gelişmeleri balkondan seyredeceğiz. Devlete yönelik bir saldırı vaki olursa devletin güvenliğinden sorumlu asker ve polisi var. Başka güce ihtiyaç yok, mevcut asker, polis kuvveti yeter de artar. Biz bundan sonra enerjimizi, fikirlerimizi iktidar olmak için harcamalıyız. Başkalarının kavgalarında figüran olmamalıyız.” Bu sözleriyle Yaşar Yıldırım aynen Muhsin Yazıcıoğlu gibi, ama daha karmaşık ve kurnazca üslupla Ülkücü Hareket’in Kurucu Lideri, MHP’nin Genel Başkanı ve Ülkücülerin Başbuğu “Alparslan Türkeş’le Ülkücü Dünya Görüşü’yle ve MÇP ile olmayacağını” söylemiş oldu.

‘Tamam! Muhsin Yazıcıoğlu’nun söyledikleri kabul edilebilir şeyler değil, fakat Yaşar Yıldırım’ın söylediklerinde ne var ki? Muhsin Yazıcıoğlu ile aynı şeyleri söylediği sonucuna nasıl ulaştınız?’ denilebilir… Bu sualleri müsadenizle cevaplandırmaya çalışayım.

Bu sözleriyle Yaşar Yıldırım, Ülkücü Hareket’in geleceği ile ilgili fikirlerini/ düşüncelerini ifade eder gibi yaparak, Ülkücü Hareket’in geçmişiyle dolayısıyla Ülkücü Hareket ile hesaplaşmaya girişiyor… Maddeler halinde sıralamak gerekirse zımnen, üstü kapalı biçimde şunları söylüyordu: Bir. Ülkücü Hareket, 12 Eylül 1980 öncesinde komünizmle mücadele etmemeliydi. İki. Komünizmin yaptığı saldırıları ‘balkondan seyretmeli’ idi. Üç. Komünizmle mücade görevi Ülkücü Hareket’in değil, devletin dolayısıyla polis ile askerindi. Dört. Ülkücü Hareket, enerji ve fikirlerini komünizmle mücadele için değil, iktidar olmak için harcamalıydı. Beş. Türkiye’deki ‘kavga’ başkalarınındı, Ülkücü Hareket bu ‘kavgaya figüran olarak’ katılmamalıydı.

Sözlerine zahiren baktığımız zaman Yaşar Yıldırım haklıymış ve doğru şeyler söylüyormuş gibi görünüyor da acaba öyle mi? Yaşar Yıldırım doğru mu söylüyor ve haklı mı? Yaşar Yıldırım’ın söyledikleri doğru değil, dolayısıyla Yaşar Yıldırım haklı da değil! Niye? Bu sualin cevabını kısa kısa cevaplandırmaya çalışayım:

-Doğrudur! Ülkücü Hareket, komünizmle mücadele etmek için değil; Türk milletini, İslâm ümmetini ve insanlığı Allah’ın nizamına kavuşturmak için ve aynı anda her türlü emperyalizm belâsından kurtarmak için ihdas edilmişti… Ancak hem düşmanı teke indirmek taktiği gereği hem de en yakın ve büyük tehlike komünizm olduğu için; (Alparslan Türkeş, 1. MC Hükümeti’nin kuruluş çalışmaları esnasında topladığı Ülkü Ocakları Başkanları ile seçilmiş temsilcilerine MHP’nin bu koalisyona katılmasındaki temel mantığı açıklamak için) “Solun ihanet derecesine varan davranışları karşısında, Sağ ile kavgamızı erteledik!” diyerek, komünizmle mücadeleye öncelik vermek durumunda kalmıştı… Dolayısıyla komünizmle mücadele etmeyi Ülkücü Hareket tercih etmemiş, konjonktür/durum Ülkücü Hareket’i buna mecbur bırakmıştı. Üstelik ülkücüler komünizmin silâhlı saldırılarına maruz kalmasaydılar, Ülkücü Hareket meşrû müdafaa hakkını kullanarak silâha sarılmak zorunda kalmaz ve komünizmle kültürel, sosyal ve siyasal vasıtaları kullanmak suretiyle mücadele ederdi.

-“Din ü devlet, mülk ü millet” komünizmin saldırılarına maruz kalırken, ya da tehdidi altındayken Ülkücü Hareket komünizmin bu saldırılarını nasıl ‘balkondan seyredecekti?’ Bunu yapmış olsaydı, böyle bir şey doğru ve haklı olur muydu? Nene Hatun, Rusların Aziziye Tabyası’na girdiklerini duyduğunda balkondan mı seyretti? Üç aylık bebeğini emzirip, "Seni bana Allah verdi. Ben de O'na emânet ediyorum" diyerek, vedâlaştıktan sonra birkaç saat önce şehit olan ağabeyinin kasaturasını kaparak, sokağa fırlayıp, “Aziziye Tabyası”nı geri almaya mı koştu? İzmir Merkez Kumandanı Yarbay (Kaymakam) Ârif Bey, işgalci Yunanlıları balkondan mı seyretti? İzmir’e çıkan Yunanlıya “ilk kurşunu mu sıktı?” Şahin Bey (Mehmed Said) Antep’i işgale gelen Fransızları, balkondan mı seyretti? "Düşman arabaları cesedimi çiğnemeden Antep'e giremez" diyerek, işgalci Fransızlara karşı direnmeye mi çalıştı? Sütçü İmam (İmam Ali) Maraş’ta Müslüman-Türk kadınların peçelerini açmaya çalışan Fransız askerlerini balkondan mı seyretti? İşgalci Fransızlara silâh mı sıktı? Kara Fatma (Fatma Seher) işgalci Yunanlıları balkondan mı seyretti? Bursa’nın Yunan işgalinden kurtarılması için mücadele mi etti? Ki Ülkücü Hareket Türkiye’nin sokaklarını, okullarını, üniversitelerini, fabrikalarını, tarlalarını, devletin kurumları ile kuruluşlarını işgal eden ve bu suretle Türkiye’yi işgal etmeye çalışan komünizmi balkondan seyretsin? Nene Hatun’un, Yarbay (Kaymakam) Arif Bey’in, Şahin Bey (Mehmed Said)’in, Sütçü İmam (İmam Ali)’ın ve Kara Fatma (Fatma Seher)’nın ahfâdı/torunları olan ülkücülere komünist saldırganları balkondan seyretmek yakışır mıydı?

-Devlet’in en mühim kurum ve kuruluşlarının en kritik noktaları komünizm tarafından işgal edildiği, iktidarlar ya komünizmle işbirliği halinde hareket ettiği ya da komünizmden korktuğu yahut tehlikenin farkında olmadığı için hareketsiz kaldığından... Parlemonto ve yargı da bu sebeplerle görevlerini ifa edemez olduğundan ülkücü hareket duruma vaziyet etmek zorunda kaldı! Hükümet, meclis, yargı, asker, polis vb. görevlerini yapacak/yapabilecek durumda olsaydılar, ya da görevlerini ifa ederek komünizm tehlikesini bertaraf etmiş olsaydılar, Ülkücü Hareket ‘duruma vaziyet etmek’ yerine kendi aslî fonksiyonunu ifa etmeyi tercih etmez miydi? “Din-ü devlet, mülk ü millet” tehdit ve tehlike altında olmasaydı, ülkücüler canlarından mı bezmişlerdi ki duruma vaziyet etsinler?

-Ülkücü Hareket “din-ü devlet, mülk ü millet” tehdit ve tehlike altında olmasaydı dahi, fikirleri ile enerjisini sırf iktidar olmak için harcamaz, harcayamaz gelecek nesilleri kazanmak ve Milliyetçi Türkiye’yi kurmak üzere hazırlamak için harcardı... Nitekim 12 Eylül öncesinde MHP’nin en mühim sloganlarından biri “Biz gelecek seçimleri değil, gelecek nesilleri düşünürüz!” idi. Esasen gelecek nesilleri düşünmek yani gelecek nesilleri kazanmak ve Milliyetçi Türkiye’yi kurmak üzere fikren ve fiilen hazırlamak, gelecek seçimleri kazanmak için de en muteber/geçerli ve sağlam/güvenilir yoldur!

-“Din ü devlet, mülk ü millet” komünizmin tehdit ve saldırılarına maruz kaldığına göre o “kavga” nasıl başkalarının kavgası olabilirdi ki? ‘Kavga’ aslında ABD ve SSCB arasında geçmekteydi, ama Türk vatanı üzerinde yapılmakta olduğundan ceremesini Türkiye, Türk milleti ve Türkler çekmekteydi… Üstelik ‘kavga’yı bahane ederek bir taraftan komünist emperyalizm, diğer taraftan da kapitalist emperyalizm Kürtler ile Alevilere hulul ve sirayet etme imkânı bulmuştu. Bu yüzden ‘kavga’ hem çok şiddetli geçmişti ve hem de şekil değiştirerek de olsa bugünlere kadar gelme imkânı buldu… Emin olun Türkiye’nin bugün yaşamak mecburiyetinde kaldığı sıkıntıların en az yüzde seksen (80)’i emperyalizmin 12 Eylül öncesinde Kürtlerle Alevilere hulul ve sirayet etme imkânı bulmuş olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu bir gerçek… Lâkin başka bir hakikat daha var ki bunu da hiç kimse inkâr edemez. Yaşar Yıldırım’ın kavganın ‘figüran’ı saydığı Ülkücü Hareket, 12 Eylül öncesinde “din ü devlet, mülk ü millet”e yapılan saldırıları göğüslemiş ve ülkücü Kürtlerle ülkücü Aleviler emperyalizmin Kürtlerle Alevilere hulul ve sirayetini engellemiş olmasaydı, belki bugün bir Türkiye’den söz etmek bile mümkün olmayacaktı! Ne ise…

Yaşar Yıldırım, dünün aksine bugün sıkı "Türkeşçi" oldu!

Yaşar Yıldırım’ın Alparslan Türkeş’e ve ülkücü harekete sözlü saldırıları, daha doğrusu Alparslan Türkeş ve Ülkücü Hareket hakkındaki zırvaları, hezeyanları yukarıda bir bölümünü aktardığımız sözlerden mi ibaretti? Ne gezer? Keşke bunlardan ibaret olsaydı, buna dahi razı olabilirdik. Çünkü bunlarda her şeye rağmen bir seviye, bir üslup ve biraz da nezaket var gibi… Hiç olmazsa söylediklerini üstü örtülü bir biçimde söylemiş… Ya az sonra aktaracaklarımız öyle mi? Aktardığımızda okuyacaksınız ve âdeta kanınız donacak! Hayret ve şaşkınlıkla; ‘Bir Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı bu sözleri nasıl sarfeder? Hiç mi Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz?’ diyeceksiniz… Hatta belki de ‘Yok canım olmaz böyle bir şey. Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı Yaşar Yıldırım bu sözleri sarfetmemiştir. M. Metin Kaplan, Yaşar Yıldırım’a iftira ediyor’ diye düşüneceksiniz… Çünkü ülküdaşları için böyle sözleri değil bir Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı, sokaktaki herhangi bir insan başka bir insan için dahi söylemez, söyleyemez. Ne ise...

Aslında her şey Alparslan Türkeş’in, 1987 yılının başında “Yeni Düşünce Dergisi’ni satın al” diyerek, Rıza Müftüoğlu’na talimat vermesiyle başlamıştı. Başbuğ’a “Baş üstüne” diyen Rıza Müftüoğlu, Yeni Düşünce Dergisi’ni Akkan Suver’den satın aldı... Ve Yeni Düşünce Dergisi bu suretle Ülkücü Hareket’in yayın organı haline geldi... Dergi bundan sonra daha ülkücü bir yayın politikası takip edecekti... Alparslan Türkeş’in Rıza Müftüoğlu’na ikinci talimatı da buydu… Bunu sağlamak için dergiye yeni yazarlar bulunmalıydı... Cezaevinden tahliye edilmiş olan Ülkü Ocakları (ÜYD)’nın son Genel Başkanı Yaşar Yıldırım, Yeni Düşünce’nin yazı kadrosuna böylece ve bu maksatla dâhil edildi… Yaşar Yıldırım’a 2. sayfada bir köşe verildi... Fikirlerini, düşüncelerini bu köşede yazıyor ve bu suretle kamuoyu ile paylaşıyordu… Yaşar Yıldırım ilk zamanlar dışa dönük yazılar yazıyordu, daha sonra nedense içe dönük yazılar da yazmaya başladı… Hem de ne yazılar? Yaşar Yıldırım âdeta züccaciye dükkânına dalmış fil gibi davranıyor, ortalığı yıkıp kırıyordu! Ve ne oldu ise bundan sonra oldu!

Galiba 1988 yılının Temmuz ya da Ağustos ayıydı, aradan çok uzun bir zaman geçtiği için şimdi tarihi tam olarak hatırlayamıyorum, affedin… Yaşar Yıldırım, Yeni Düşünce’deki köşesinde gene çok sert, keskin ve şiddetli bir yazı yazdı... Yazının konusu Türk Milliyetçiliği ideolojisi idi… Ancak o Türk milliyetçiliği ideolojisini; ne olup ne olmadığını anlatmak ya da tarif etmek yerine, Türk milliyetçiliği ideolojisini siyasal islâmcılar gibi yermeyi, zemmetmeyi tercih etmişti… Hatta iş Türk milliyetçiliği ideolojisini yermeyi, zemmetmeyi de aşmış, basbayağı Türk milliyetçilerini tekfir etmeye, Türk milliyetçilerine küfür isnat etmeye kadar gitmişti!

Lütfen, yazıyı okumayı bırakın… Derin bir nefes alın, kafanızı boşaltın ve sonra bu salim kafayla bir düşünün… Ülkü Ocakları eski bir Genel Başkanı, hem de ülkücü hareketin yayın organı olan Yeni Düşünce Dergisi’nde, Türk milliyetçilerini tekfir ediyor! ‘Türk milliyetçiliği küfürdür, Türk milliyetçiliğine inanlar kâfirdir’ diyor! Dehşete kapıldınız değil mi? Zaten buna rağmen, eğer hâlâ dehşete kapılmadıysanız, ya İslâmiyet’te Müslümanı -burada sayıları milyona varan Müslümanları- tekfir etmenin hükmünü bilmiyorsunuzdur, ya da Türk milliyetçisi değilsinizdir! Bunun arası yahut istisnası yok! Bu, böyle! Ne ise…

Sözü daha fazla uzatmadan Yaşar Yıldırım’ın, Yeni Düşünce Dergisi’nde yayınlanan o meşum yazısından arz etmeye çalıştığım konuyla direkt alâkalı olan paragrafı aktarayım da hükmü kendiniz verin:

“Bir an için millete dayalı bir ideolojinin geliştirildiğini düşünelim. Temelinde millet unsuru olduğu, prensipler ve asıllar buna dayandırıldığı müddetçe Allah'ın hükümleriyle ters düşen bir ideoloji gelişir ki, bunu bile bile savunacak kişinin sonundan mazallah korkulur. Çünkü bu Allah'a isyandan başka bir şey değildir.”

Evet, aynen böyle yazmıştı Yaşar Yıldırım… Hâlbuki ‘Elhamdülillah Müslümanım’ diyen bir kimseyi tekfir etmek hiç kolay değildir. Çünkü bu bir takım şartlara bağlanmıştır! Nitekim İmam-ı Âzam Hazretleri Fıkh-ı Ekber’de şöyle buyurmuşlardır: "Mümin olduğunu söylemekle birlikte ilâhi sıfatları inkâr eden veya bunları yarattıklarının sıfatlarına benzeten, kadere inanmayan, Kur'ân'da açıkça belirtilen hükümleri kabul etmeyen, günah işlemeyi helâl sayan ve Kur'ân'ın bir harfini bile inkâr eden kimse tekfir edilir."

İslâm akaidi kitaplarına göre bir mümini küfre düşüren sözler üçe ayrılır. Bunları: istihza; dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf; inanılması gereken ve zarurat-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukâddes olan şeylere küfretmek... Yani:

-Allahu Teâlâ'nın zatı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek konuşmak, bunları küçümseyici sözler söylemek ve Allah'a sövmek kişiyi dinden çıkarır. (el-Fetâva'l-Hindiyye, II, 258).

-Peygamberlik müessesesi ve peygamberlikte alay etmek, onları küçük düşürücü sözler söylemek sövme sayılır. Bu yüzden diğer peygamberleri veya Hz. Peygamber'i küçük gören alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar. (el-Ahzâb, 33/57, et-Tevbe, 9/61).

- Dört mezhebin imamı gibi İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre, Hz. Peygamber'e söven kimse dinden çıkar ve öldürülmesi gerekir. Diğer peygamberlere söven de dinden çıkar ve öldürülür (İbn Teymiyye, es-Sârimü'l-Meslûl, s.512, 565).

-Mukaddes kitaplara ve Kur'ân-ı Kerim'e sövmek veya bunların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur'ân'la, bir sûresi veya ayetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür (Aliyyu'l-Kârı, Şerhu'l-Fıkh'ı-Ekber, Mısır 1323 h., s.151 vd.; el-Heytemî, ez-Zevâcir, I, 30). Kur'ân'ın Allah kelâmı değil de beşer sözü olduğunu söylemek de küfürdür.

-Meleklere sövmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil (a.s.)'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed'e verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtâr, III, 292; el-Fetâva 'l-Hindiyye, II, 266; Ahmet Saim Kılavuz, İman-Küfür sınırı, İstanbul 1982, s.132-133).

-Ashâb-ı Kirâm'ı tekfir ederek, onların mümin olmadığını söylemek küfürdür. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğzetmek ise bid'at ve sapıklıktır.

Ancak söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irade ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse zorlama tam ise, yani öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme tehdidi varsa küfür sözü söyleyebilir. Ne ise…

Ülkücü Hareket’i ve Ülkücüleri tekfir eden Yaşar Yıldırım, bu durumda şu suallere açık ve net cevaplar vermelidir: Ülkücü Hareket ve Ülkücüler, ‘hangi ilâhi sıfatları inkâr etmişler veya hangi ilâhi sıfatı yaratıkların sıfatlarına benzetmişler’dir? Ülkücü Hareket ve Ülkücüler, ‘kadere inanmıyorlar mı? Bunu, nereden çıkarıyorsun? Ülkücü Hareket ve Ülkücüler, Kur’ân’da açıkça belirtilen hangi hükümleri kabul etmemektedirler? Ülkücü Hareket ve Ülkücüler, hangi günahı işlemeyi helâl saymaktadırlar? Ülkücü Hareket ve Ülkücüler, Kur’ân’ın hangi harfini inkâr etmektedirler? Ülkücü Hareket ve Ülkücüler, ‘İslâmiyet’in esaslarından hangisini alaya almışlardır? Ülkücü Hareket ve Ülkücüler, ‘İslâmiyetin inanılması ve zarurat-ı diniyye denilen prensiplerinden hangisini küçümsemişlerdir? Ülkücü Hareket ve Ülkücüler, ‘İslâmiyet’in inanılması ve zarurat-ı diniyye denilen prensiplerinden hangisini hafife almışlardır? Ülkücü Hareket ve Ülkücüler, hangi İslâmî hükmü açıkça inkâr etmişler veya İslâmiyet tarafından mukaddes sayılan hangi şeye küfretmişlerdir?

Ülkücü Hareket’in Kurucu Lideri, Ülkücülerin Başbuğu ve MHP’nin Genel Başkanı Alparslan Türkeş; “Ben Türk milletini; Türklük şuur ve gururuna, İslâm ahlâk ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası hak yolu, hakikat yolu, ALLAH YOLUNA ÇAĞIRIYORUM!” demişken, Yaşar Yıldırım, bu suallerin bir tanesine dahi ‘şu şöyledir’ veya ‘bu böyledir’ şeklinde açık ve net bir cevap veremez! Öyle ise Ülkücü Hareket’i de Ülkücüleri de tekfir edemez! Çünkü Ülkücü Hareket millî, dinî ve insanî bir harekettir! Dinî bir Hareket’in indî ve afakî gerekçelerle tekfir edilmesi imkânsızdır. Ve Ülkücüler Elhamdülillah Müslümandırlar hem de halis Müslümanlardır! Ne ise…

Peki, bu durumda ne olacak? Ülkücü Hareket ve Ülkücüler tekfir edildikleriyle Yaşar Yıldırım ise tekfir ettiğiyle mi kalacak? Bunun, İslâmiyet’te bir müeyyidesi/yaptırımı yok mu? Olmaz olur mu elbette var? Hem de çok şiddetli bir müeyyidesi var… Peygamber Efendimiz, bu konuda şöyle buyuruyorlar:

"Bir Mü'mini küfr ile itham eden onu öldürmüş gibi olur" (Buharî, İman 7; Tirmizî, İman 16)

"Bir kimse Müslüman kardeşini tekfir ederse, küfür ikisinden biri üzerine döner."(Müslim, İman 26; Müsned, N/142)

"Herhangi bir Müslüman diğer bir Müslümanı tekfir ettiğinde o kâfirse kâfirdir, değilse kendisi kâfir olur."(Ebu Davûd, Sünnet 15)

“Hiçbir kişi başka bir kimseye fısk (sapıklık) isnâdiyle (Yâ fâsık, diye söz) atamaz, (atmağa hakkı yoktur) yine böyle küfür de isnâd edemez. Şâyet (atar da) attığı kimse atılan fıskın veyâ küfrün sâhibi değilse, bu sıfatlar muhakkak atan kimseye döner, (dokunur ve fâsık veyâ kâfir olur). (Buharî, Kitâbü’l-Edeb, 1988)

Böyle olduğu içindir ki Ehl-i Sünnet Müslümanlar olarak bizler itikaden bozuk mezhepleri bile kâfir değil, batıl mezhepler olarak vasıflandırırız. Bu yüzden: "Bir kâfiri Müslüman sanmakla yapılacak hata, bir Müslümanı kâfir saymakla yapılacak hatadan çok daha hafiftir" denmiştir... Nitekim Aliyyu’1-Kâri Fıkh-ı Ekber Şerhi’nde der ki: "Bid'at ehlinin kötü taraflarından biri, birbirlerini tekfir etmeleridir. Ehl-i Sünnet’in güzel yönlerinden biri ise tekfir etmeyip, hatalı saymalarıdır". (Fıkh-ı Ekber Şerhi, 243). Ne ise…

Yazıyı, yüz puanlık bir final sorusuyla –şimdilik- tamamlayayım: Yaşar Yıldırım şu anda nerededir, ne yapmaktadır/hangi görevi ifa etmektedir?

MAHMUT METİN KAPLAN KİMDİR?

Baba soyu; babaannesi Kafkas göçmeni (Çerkes), dedesi Kosova / Piriştina muhaciri (Arnavut), anne soyu; anneannesi Girit göçmeni, dedesi ise Trabzon Sürmeneli olan M. Metin Kaplan, 'Devlet-i Âli Osman' bakiyesi bir Türk olarak, 1954 yılı Şubat ayının çok soğuk bir kış günü, Samsun İli, Bafra İlçesi’nin Lengerli Köyü’nde, dört çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğdu… Aile büyükleri; "O sene, Türkiye'de kış mevsimi öyle soğuk geçmişti ki İstanbul Boğazı tamamen donmuştu" derler.

Dedesi, ismi ‘Mahmut’, babası ‘Metin’ olsun dedi. İkisi de ısrar ettiler, fakat sonunda uzlaştılar… Adı, Mahmut Metin oldu... ‘Ete kemiğe büründü, Mahmut Metin Kaplan olarak göründü.’

Babası, dört-beş yaşında iken okuma/yazma öğrettiği için M. Metin Kaplan ilkokula, altı yaşında başladı, fakat Lengerli Köyü’ndeki ilkokul ile evlerinin arası bir buçuk kilometre kadardı... O zamanlar kışlar da çok soğuk ve yağışlı geçerdi... Üşüterek hastalandı... Okula devam edemez oldu... Oysa okuma yazmayı askerde, ‘Ali Okulu’nda öğrenmiş olan babası, çocuklarını mutlaka okutmak istiyordu... O sebeple ilçe merkezinde bir ev tuttu ve Kaplan ailesi kışları Bafra’da, yazları ise Lengerli Köyü’nde yaşamaya başladı.

Metin Kaplan yarı köylü, yarı kentli bir aileye mensup olarak ilköğrenimini Bafra Mithat Paşa İlkokulu'nda, orta ve lise tahsilini ise Bafra Lisesi'nde tamamladıktan sonra, 1973/74 eğitim/öğretim döneminde Bursa İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi'ne girdi... Muhasebe ve Vergi Uzmanlığı eğitimi almaya başladı.

Kaplan, Lise öğrencisiyken ülkücü dünya görüşü ile tanışmıştı... “Türkeş’in tapusunda / Ülkücü oldu Ocağında. Mahmut Metin çiğ idi / Pişti, yandı Elhamdülillah”.

FOTOĞRAF: Metin Kaplan'ın cezaevi günlerinden bir hatıra...

Genç Ülkücüler Teşkilâtı Bafra Şubesi’nde önce İkinci Başkanlık, sonra da memur olan başkan başka bir ile tayin edildiğinden vekâleten başkanlık yapmıştı... O sebeple Akademiye başlar başlamaz Ülkü Ocakları Derneği Bursa Şubesi'ne İkinci Başkan yapıldı... Fakat aynı görevi ikinci dönem ifa ederken, siyasî bir iftiraya uğradı; 1975 yılının 21 Temmuz günü, ‘siyasî-ideolojik sebeplerle bir kişiyi öldürmek ve bir kişiyi de yaralamak’ iddiasıyla tutuklandı... Ve Muhasebe ve Vergi Uzmanlığı öğrenimini dördüncü sınıfa başlayacakken, tamamlayamadan, bırakmak zorunda kaldı.

Bursa-İstanbul DGM-Bursa Mahkemeleri’nde yargılandı ve toplam 19 yıl 8 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı...

FOTOĞRAF: Eskişehir Cezaevi... Sadettin Pirci, Mahmut Metin Kaplan, Mehmet Kutucu, İsmail Bakioğlu...

10 YIL 5 AY CEZAEVİNDE KALDI

Sırasıyla Bursa, İstanbul-Üsküdar-Paşakapısı, Bursa, Eskişehir, Afyon ve Bartın hapishanelerinde 10 yıl 5 ay 22 gün "çile" çekti... Bu sürenin her anını; ya ruhunu korumak için ibadet-dua ederek; ya aklını korumak için okuyarak geçirdi... Ve ‘çilesi dolduğu’ için 1986 yılının 13 Ocak günü, Bartın Özel Tip Cezaevi’nden tahliye edildi.

Sabıkalıydı!.. Mesleği, işi ve sermayesi yoktu... Hatta o cezaevindeyken önce annesi, sonra da babası vefat ettikleri için başını sokacağı bir evi bile bulunmuyordu... Ortada kala kalmıştı... Ve işsiz güçsüz ve parasız, fakat gönlü ve kafası büyük ideallerle dolu olarak, kısa bir süre Bafra'da kaldı, sonra ‘tahsilini tamamlamak’ için Bursa'ya yerleşti...

Okul kantini işletti, kitapçılık ve radyo yayıncılığı olmak üzere çeşitli işlerle meşgul olduktan sonra, ömrü boyunca ve özellikle cezaevinde okuduklarıyla bunlardan çıkardığı sonuçları; mensubu olmaktan şeref duyduğu Türk milleti ile paylaşmak için yazmaya karar verdi.

Fakat önce yarım kalan tahsilini tamamlamalıydı... 1988'de Uludağ Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü'ne başladı... 1994 yılında mezun oldu. O arada, Ortadoğu Gazetesi'nde aralıklarla toplam üç buçuk yıl köşe yazıları yazdı... Köşe yazmayı çok seviyordu, fakat büyük bir suç (!) işledi; peş peşe üç-dört yazı yazarak PKK’nın arkasında ABD’nin olduğunu ispatlamaya çalıştı... Köşesi ve kalemi elinden alındı, Ortadoğu Gazetesi’nden kovuldu!

Ancak baskılardan yılmadı, yazmaktan da vazgeçmedi... Kitaplar yazmaya başladı... Ve Teşkilat ve İdare (1992), Ülkücü Dünya Görüşü 1 (1996), Ülkücü Dünya Görüşü 2 (2000), Matruşka / Kurşun Adres Sormaz (2002), Corps / Sarı-Kırmızı-Yeşil (2004), Desise / Abdi İpekçi Suikastı (2005), Fent / Orgeneral Eşref Bitlis Suikastı (2012) başlıklı kitapları yayınlandı... Aralarda iki yıla yakın bir süre Haber Ajanda Dergisi’nde köşe yazıları yazdı.

Dr. Ayşe Girgin ile evli olan Mahmut Metin Kaplan; Başak İdikut isimli biri kız ve Ahmedyesevi adlı biri erkek, iki çocuk babasıdır... Yazı hayatına, çok sevdiği Bursa'da; beş bin sahifelik "Ülkücü Dünya Görüşü" başlık ve konulu ansiklopedik bir kitap üstünde çalışmak suretiyle devam etmektedir.

Mahmut Metin Kaplan, koronavirüs nedeniyle uzun süre yoğun bakımda tedavi gördüğü Bursa'da 20 Şubat 2022'de hayatını kaybetti.