Tarihler 28 Aralık 1936’yı gösterdiğinde Beyazıd Camii’ne bir araba yanaşır. Bazıları at arabası, bazıları da otomobil der. Bir cenaze indirilir topu topu dört kişi tarafından...

Kimsecikler yokturdur...

Gariban birinin cenazesi denilerek çevreden gelenler ve cami cemaatinden birkaç kişi de yardım eder…

Ne tabut vardır doğru dürüst, ne de “Her cenazenin üzerine örtülü olan “Her nefis ölümü tadacaktır” ayeti yazılı yeşil örtü…

Fakir, kimsesiz birinin cenazesi diye düşünülürken İstanbul Üniversitesi’nden 4 öğrenci gelir…

Oradakilere sorarlar:

-Kimin bu cenaze?..

Değerli dostlar, bugün sizinle İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u konuşacağız…

Aslında bu yazıyı 82 yıl önce kaybettiğimiz ve dün vefat tarihi olan 27 Aralık’ta yazacaktım…

Ancak bekledim, sosyal medyayı takip ettim…

Coşmuşlar klavye kahramanları!..

Sanırım çoğu da bilmiyordur bu milletin Milli Marşı’nı yazan Mehmet Akif Ersoy’un yaşamını da, vefatını da, cenazesinin kaldırılmasını da, oğlunun vefatını da.

Anlayacağınız tam bir vefasızlıktır bizimkisi…

Baktım sosyal medya kalemşörlerine, harika şeyler yazmışlar da…

Acaba Asım’ın Nesli olmakla övünen bu nesil Asım’ın Nesli olarak yaşamasını biliyor mu?..

Safahat’ı kaçımız okuduk acaba?..

Veya bana Çanakkale Destanı Şiiri’ni okuyacak kaç babayiğit var?..

Bakın usta gazeteci ve yazar Aydil Erol abim, gençlere tavsiyesinde şöyle diyor; “Türk’e hiçbir kavmin horoz olmasına tahammül edemem diyen Mehmet kif’i doğru olarak tanır, düşünce dünyamızda, zihin yapımızda gerçek yerine oturtabilirsek Türklüğümüzü de, Müslümanlığımızı da doğru olarak anlayacağımız, dünyayı doğru değerlendireceğimiz muhakkaktır. Yalnız geleceğimizin bekçisi, gözümüzün nuru gençlerimizin değil, her yaşta Türk insanının ondan alacağı, ondan öğreneceği çok şeyler vardır. İşte o zaman, Kuran’ı yüzünden bile okuyamayanlar şeyhlik taslayamayacaklar, bu aziz topraklarda “ayrık otları”. “köygöçürenler” yeşeremeyecektir.

Bunun içindir ki, O, gün gelmiş karalanmış, inkâr edilmiş, zaman olmuş unutturulmaya yeltenilmiştir.”

Yok yok…

Biz değerlerimizi bilmiyoruz…

Bilmek de istemiyoruz zaten…

Sadece duyduklarımız yetiyor bize…

Şimdi bir de sosyal medya var ki, hepimiz klavye kahramanıyız!...

Söylenecek laf çok da gelelim biz asıl konumuza…

Mehmet Akif, yaklaşık 11 yıldır ikamet ettiği Mısır’dan bir deri bir kemik dönmektedir. Çok hastadır artık. Üç günlük gemi yolculuğunun ardından Galata rıhtımına yanaşır gemi…

Eşi İsmet Hanım bir kolunda diğer elinde bastonu zar zor iner gemiden…

Karşılamaya gelen dostu Mithat Cemal Kuntay bile tanımakta hayli zorlanır bu hasta adamı...

Mısır’dan Abbas Halim Paşa’nın İstanbul’daki dostu vasıtasıyla Beyoğlu, İstiklal Caddesi’ndeki Mısır Apartmanı’na yerleşir. Ancak durumu hayli ağırdır…

Doktorlar siroz derler….

Tedavi altına alınsa da günden güne erir…

Tarihler 27 Aralık 1936’yı, saatler de 19.45’i gösterdiğinde hayata gözlerini yummuştur İstiklal Marşı Şairi…

Sabah öğrenir öğrenmez koşar Mithat Cemal Kuntay Mısır Apartmanı’na ki manzara içler acısıdır…

Kızı ve damadı bir köşede ağlamakta, siyahlara bürünmüş bir kadın ise yere uzatılmış cenazeye kapaklanmış, kocasının son bir kez daha yüzünü gözünü öpüyor…

Cenaze Bayezid Camii’nden kalkacaktır…

Erkenden Bayezid Camii’ne giden Mithat Cemal Kuntay der ki;

“Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. ‘Bir fukara cenazesi olmalı’ dedim. O anda Emin Efendi Lokantasının sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım”.

Evet değerli dostlar, ne tabut vardır doğru dürüst, ne de “Her cenazenin üzerine örtülü olan “Her nefis ölümü tadacaktır” ayeti yazılı yeşil örtü…

Fakir, kimsesiz birinin cenazesi diye düşünülürken İstanbul Üniversitesi’nden 4 öğrenci

oradakilere sorar;

- Kimin bu cenaze?..

- İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un…

Bir anda dünyaları başlarına yıkılır…

Koşarlar üniversiteye…

Öğrencilere haber verirler…

Burada tabii anlatımlar çok farklı….

Bazı görgü tanıkları der ki; “Cenazeyi 4 hamal getirdi ve taaa ki üniversite öğrencileri gelene kadar 10-15 kişi vardı cenazede sadece…

Cenaze defnedilirken de sayı bilemedin 30-40 kişiydi” diye…

Bazı anlatımlarda ise İstanbul Üniversitesi öğrencilerinden övgü ile bahsedilir…

Ancak bir gerçek vardır ki, devlet İstiklal Marşı için ortaya konan ödülü almayıp hibe eden Milli Şair’e sahip çıkmamış, hatta katılanların bir çoğunu da sorgulamıştır...

Bir anda yüzlerce öğrenci Bayezid Camii’ne akın eder. O sadece tahta içine konulan cenaze sarılır okuldan getirilen büyük sancağa…

Çıplak bir tahta ile getirilen Akif’in tabutu, al bayrağa sarılmıştır artık…

Hava soğuk mu soğuktur…

Binlerce öğrenci cenazede saf tutarlar…

Sıra cenazenin kaldırılmasına gelmiştir…

Öğrencilerin elleri üzerinde Vezneciler’den taaa Edirnekapı’ya kadar götürülür Mehmet Akif’in cenazesi…

Yollarda da eşlik edenlerle binlere ulaşır cenazeye katılanların sayısı…

Denir ki, o zamana kadar en kalabalık cenaze töreni olmuştur…

28 Aralık 1936, saat 10:00’da dinî merasim başlamış, önce Hafız Saadettin Kaynak güzel sesiyle Ali İmran Suresi’ni, ardından Hafız Asım da bir ayet okumuştur. Tıp Fakültesi öğrencisi Fethi Tevetoğlu’nun askerce bir selamından sonra Edebiyat Fakültesi hocalarından Ali Nihat’ın öncülüğünde İstiklal Marşı söylenmiştir.

Kabri başında üniversite gençliğinin teklifi üzerine Heykeltıraş Ratib Aşir tarafından Akif’in yüzünün kalıbı alınır, kefenine yeniden sarıldıktan sonra Kur’an sesleri arasında defnedilir…

Bitti mi?..

Bitmedi…

Gelelim bu büyük İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un oğluna…

Nasıl mı öldü?..

Onu da usta gazeteci Çetin Altan’dan dinleyelim;

Yıl 1966... Mekân Milliyet Gazetesi...

- Bir öğle sonrası... Bayram içeri girdi, "Sizi biri görmek istiyor" dedi.

- Buyursun...

İçeri traşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazırolu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla:

- Bendeniz, dedi, Mehmet Akif'in oğluyum...

Bir anda ne olduğumu şaşırdım ve nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine: "Oooo buyurun buyurun, nasılsınız..." türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım. O tavrını bozmadı: "Rahatsız etmeyeyim" dedi; "Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim..."

Gökler mi tepeme yıkıldı; yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum... Ve tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkarıp uzattım.

O, bükük boynuyla: "Siz ne münasip görürseniz" dedi.

Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. "Durun bakalım neyimiz varmış" gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım, -fazla bir şey de yoktu- elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 lira aldı...

- Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim, dedi ve çıktı.

Aradan bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme: Beşiktaş'taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Akif'in oğlunun ölüsü bulunmuştu…

İşte böyle değerli dostlar….

Biz değerlerimizi ne kadar tanıyoruz?..

Klavye kahramanlığımız kadar veya meydanlarda elimize tutuşturulan nutuklar kadar…

Aşağıdaki fotoğrafta;

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem…

Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam

Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam…

Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum

Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum!

Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!

Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!..

diyen Mehmet Akif’i gitti, ziyaret etti bu kardeşiniz ve ruhuna bir Fatiha okudu…

Allah makamını cennet eylesin…

Ders alınır mı?..

Bilmem…

Hayırlı günler diler, vatandaş Halis Güler…

Selamlar, sevgiler...