Günlük hayatta karşımıza çok sık çıkan bir cümle:

"Cenaze ikindi namazını müteakip (...) mezarlığına defnedilecektir."

"Müteakip" devamında, sonrasında, ardında anlamına gelen Arapça bir sözcüktür. Söylenişi de zordur ama Arapça olduğu için İslamcılar ve Ülkücüler tarafından hep baş köşeye oturtulur.

"İkindi namazından sonra" demek çok mu zor?

Peki ya defnetmek nedir? Arapçası gömmek, toprağı eliyle ya da bir aletle eşeleyip gömmek anlamında.

Bir yakınınız için defnetmek yerine "gömmek" fiilini kullansam tüyleriniz diken diken olur, "saygısızlık etme" diye de uyarırsınız. Araplar kız çocuklarını diri diri çöle gömme kültüründen geldikleri için gömmek fiili onları rahatsız etmez ama bizi eder. Biz Türkler "toprağa verme" deyimini kullanırız: "Annemizi bugün toprağa verdik" deriz ama "gömdük demeyiz.

Müteakiben ve defnetmek, ben bu iki Arapça sözcüğe Türkçe mantığı ile yaklaştım. Sosyal medyada bazı yaşlı milliyetçiler görüyorum, düşünmeden, irdelemeden hep aynı tekerlemeleri söylüyorlar:

"Her dil bir başka dilden sözcük alıp verir."

"Arapça'dan dilimize girmiş kelimeler Türkçeleşmiş Türkçe'dir, onları atamayız."

★★★

İSRAİL'İN KURULMASINDA TARİHİN KARANLIK SAYFALARI

"Dünyayı kana boyayan Siyonizm'in kurucusu Theodor Herzl, ilk Yahudi devleti fikrini ortaya atmış ve gözünü Osmanlı Devleti sınırları içerisindeki Filistin'e dikmişti. Sultan 2. Abdülhamid Han'dan Filistin'i isteyen Herzl'in teklifi reddedildi ve huzurdan derhal kovuldu."

Gerçek acaba böyle miydi?

★★★

MECİDİYE NİŞANI VERİLME OLAYI

Yahudilerin Filistin'e yerleşmesi için çabalayan Herzl, 17 Mayıs 1901 tarihinde Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid ile görüştü. Bu görüşmede Herzl'e bir Mecidiye Nişanı verildi. Konu hakkında Daily Mail gazetesine konuşan Herzl görüşmeden duyduğu memnuniyeti vurgulamış ve Yahudilerin II. Abdülhamid'den "daha iyi bir dost ve seveni olmadığını" ifade etmişti.

★★★

HUZURDAN KOVULMA GERÇEK DIŞIDIR

Herzl, Sultan Abdülhamit'e 16 şubat 1902'de gönderdiği bir mektupta bu görüşmenin ayrıntılarını hatırlatıyordu:

"Majesteleri, memleketinde yaşayan Yahudilere gösterdiği âlicenaplığı mazlum ve mağdur durumda bulunan diğer Yahudilere de göstermekte, onları bir peder gibi himaye altına almakta ama toplu olarak bir yerde yaşamaları yerine, değişik bölgelerde bulunmalarına izin vermektedirler" diye yazdı.

★★★

Bu mektup da gösteriyor ki Herzl'in huzurdan kovulması kocaman bir yalandır. Ayrıca verilen Mecidiye Nişanı da görüşmenin muhtevasına ışık tutmaktadır.

O yıllarda Osmanlı Devleti'nin dış borçlar altında kıvrandığını biliyoruz. Sultan Abdülhamit'in Yahudi bankerlerden borç aldığı da tarih arşivlerinde duruyor. Herzl'e verilen Mecidiye nişanı doğrusunu söylemek gerekirse benim midemi bulandırıyor. Tarih konusunda bilmediğimiz karanlık sayfalar var. İşte onlardan biri de Abdülhamit-Teodor Herzl görüşmesidir. Sultan Abdülhamit gerçeği de hurafeler arasında kaybolmuştur.

★★★

HUKUKTA REFORM BÖYLE OLUR

Asrı Saadet döneminden adalet konusunda yüzlerce efsane anlatılır. Hz. Ömer'in Yahudi'nin arsasına cami yapan Şam Valisi'ne yazdığı "Camiyi yık, adaleti yıkma!.." emri gibi.

Batı'da da adalet üstüne anlatılan efsaneler vardır. Prusya Kralı Friedrich, Potsdam Ormanları'nda gezinirken bir değirmenin bulunduğu tepenin yanındaki durur ve değirmeni satın alınmasını ve yerine muhteşem bir saray yaptırmak ister. Değirmenin sahibi bulunur ve arazinin değirmenle birlikte satın alınmak istendiği söylenir. Ama değirmenci teklifi kabul etmez.

Kral sinirlenir ve "Sen benim Prusya Kralı Friedrich olduğumu bilmiyor musun yoksa?" diye sert çıkar.

Değirmenci "Biliyorum biliyorum... Senin kral olduğunu biliyorum ama ben de bu değirmenin ve arazinin sahibi Sans-Souci'yim" yanıtını verir.

Kral "Madem benim kim olduğumu biliyorsun, o halde zorla alabileceğimi de biliyor olmalısın. Bakalım o zaman ne yapacaksın? Benim binlerce askerim var. Senin kimin var?" der.

Değirmenci tarihe geçecek şu sözü söyler:

"Berlin'de hakimler var. Ben de onlara güveniyorum."

Erdoğan Türkiye'de istediği değirmencinin, köylünün, şehirlinin arsasına saray yaptırabilir. Ama hiç kimsenin "Ankara'da hakimler var" deme şansı yoktur. Çünkü yargı siyasallaşmıştır.

Cemil Çiçek çözüm olarak "Tevbe-i nasuh gerekir" diyor. Yok, bize ayet, hadis, tevbe sinek vızıltısı gelir, fayda etmez.

Günlerce düşündüm ve çözüm önerisini buldum:

Berlin'den, Paris'ten, Londra'dan hakimler getirmeliyiz. Hani 70'li, 80'li yıllarda futbol maçlarına hakemler getiriyorduk ya, onlar gibi... Hakem ya da hakim, bak isimleri de benziyor. Yargıtay ve Danıştayı onlara teslim edecek sayıda getirsek yeter... Kritik davalar için üç beş fazla getirip bir iki özel mahkeme de kurarsak harika olur.

Türkiye'de yolsuzluğu, hırsızlığı, adaletsizliği tak diye bitirmenin yolu budur. Yabancı hakimlere telefon eden de olamaz, yoksa Avrupa'ya rezil oluruz. Bizim yerli ve milli hakimlerimiz da yabancıların yanında 1 yıl stajyer olarak çalışmalıdır. Yabancılar 3 yıl kalsalar yeter.

"Adalet reformu" olursa böyle olur. Gerisi fasa fiso.